HARUN TOKAK
Ağustos biraz da vedasız vedaların ayıdır. Muhteşem yaz mevsimi bile her yıl onunla sessiz sedasız çeker gider. Ağustos geldiğinde her yıl ben anama giderdim. Ağustos benim için biraz köy, biraz da anamdı. Sürecin başında yaz sıcağının çağlayan gibi indiği bir ağustos ortasında kaybettim anamı. Ama ben bu hafta anamı değil de Abdullah Aymaz Ağabey’in anasını anmak istiyorum.
Adile Anayı… Onu ilkin bir orman yolunda kocası Bayram Amca ile dağdan odun getirirken görmüştüm. Yine böyle bir yaz günüydü. Abdullah Ağabey ile birlikte bir toplantı için İstanbul’dan İzmir’e gidiyorduk. Yanımızda şimdi ismini hatırlayamadığım bir arkadaşımız daha vardı. Tatlı bir kavisle epey bir zamandır uğrayamadığımız köylerimize uğramaktı muradımız. Öyle de oldu. Köylerde hasat mevsimi idi. Geçtiğimiz yollarda döver-biçer homurtuları, harman kokuları, tarlalarda çalışanların şamataları birbirine karışıyordu.
Göz alabildiğince uzayıp giden tarlalarda anızların üzerine sıralanmış buğday demetleri yaz güneşinin ışıkları altında ışıl ışıl parlıyordu. Ben güzel insanların yolu da yolculuğu da güzel kıldığını o gün öğrendim. Arabamız sanki mobil bir medreseye döndü.
Üniversite yıllarımdan tanıyordum Abdullah Ağabey’i. Yeni bir dirilişin merkezi olan İzmir günlerinden… İsa Saraç’la birlikte üniversiteli arkadaşlarla kaldığımız Hatay semtindeki Gültekin Apartmanına gelirdi. Abdullah Ağabey’in gözlerindeki ve yüzündeki ışık hepimizi etkisi altına alırdı. Ders yaparken, konuşurken masum bir bebek gibi kendi safiyetinin ışığından kamaşan gözleri, uzun siyah kirpiklerinin sürekli açılıp kapanışı çok hoşumuza giderdi. O günlerde onların ziyaretleri bizim için çok değerli idi.
Abdullah Ağabey sürekli etrafına ışık saçan biriydi. Yüzü sanki kafasının içinde ilahi bir ışık varmışçasına nur gibi parlardı. Hala da parlıyor. O ışık hiç azalmadığı gibi sair yıldızların ışığının azaldığı anlarda bile saniye saniye ışığı artan Süreyya Yıldızı gibi parlıyor.
İstanbul yolculuğu sırasında bu ışığın kaynağını sordum. “Anam” dedi. “Anamın benden önce Hüseyin adında bir oğlu olmuş. Hüseyin güçlü, kuvvetli ve çok güzel bir çocukmuş. On aylıkken dedemin sakalından tutunca gözlerinden yaş getirirmiş. Su testilerini falan kırıp döktüğü için onu bağlarlarmış. Yaşını doldurmadan vadesi dolmuş Hüseyin’in. Anam, ‘Göze geldi Hüseyin’im, nazar ile öldü.’ derdi.
Hüseyin ölünce anamın dünyası yıkılıyor. Her şeyden soğuyor. Dünyanın boş ve fani olduğunu anlıyor. Kendini ibadete ve Allah’a veriyor. Seneler sonra ben dünyaya geliyorum. Teyzemin de çocuğu olmadığı için benim üzerime titriyorlar.
Ben ilkokulu bitirirken annem namaz mevzuunda çok üzerimde durdu, beni takibe aldı.
Anam güzel rüyalar görür. Bir seferinde bizim mahalleye bir gelin gelecekmiş, onu getirmek için ata biniyor. O yıllarda gelinler atla gelirdi. Camimizin yanına gelince, namazım geçmesin diye attan inip onu bir direğe bağlıyor. Caminin avlusuna giriyor. Cami lebalep dolu. Erkekler el ve kollarımı sıvalı görmesinler diye cemaat dağılmadan hemen abdestini alıyor. Avlunun kıble tarafındaki sol kapıdan çıkıyor. Bakıyor, çok parlak ve güzel bir bina var. Hazreti Ali imam olmuş, İsa (aleyhisselam) da onun arkasında namaz kılıyor. Bazı tanıdığı ve tanımadığı kimseler de cemaat olmuş. Anam da İmam-ı Ali’ye uyarak namazını kılıyor.
Bir keresinde teyzem, ‘Annenin kucağında güneş olduğunu rüyada görmüşler. Annen mübarek insandır.’ dedi. Aynı günlerde ben de bir rüya gördüm. İlkokul son sınıftayım. Rüyamda ‘Köy camisine Cebrail (a.s) geldi” diye minareden tellal ünleniyordu. Heyecanla koştum. Cebrail’i bir insan suretinde gördüm. Başında bir fes ve üzerinde bir cübbe vardı.
Ben ilk okulu bitirince ‘bu çocuk çiftçilik yapamaz. Hiç değilse komşu köylerden biri olan Barağı Köyü’ne imam olacak kadar bir şeyler öğrensin.’ diye teyzemin yanına gönderdiler. Teyzemin kocası Kur’an kursu hocası idi. İzmir’e yakın bir kasabada oturuyorlardı. Beni biraz yetiştirdikten sonra imam-hatipe yazdırdılar. Hem imam-hatipte okuyor hem de Kestanepazarı Yurdu’nda kalıyordum. Bir buçuk sene anne-babamla hiç görüşemedim. Çünkü yaz tatillerinde Kestanepazarı İmam-Hatip Yurdu’nda üç aya yakın kursa katılmak mecburiyeti vardı. Annemin tek evladı idim. Ama o bütün bu hasretlere tahammül ediyordu.
1966 yılıydı… Bir gün elinde tahta bavulu ile Kestanepazarı’na genç ve güzel bir hocaefendi çıkageldi. Onu görünce ilkokul son sınıfta gördüğüm rüyayı hatırladım. Sadece fesi ve cübbesi yoktu. O an anladım ki, ahirzamanda Kur’an üzerinden yeni bir diriliş bu zatın eliyle gerçekleşecek.
Bir ömür boyu yürüdüğüm yollarda ilkokul son sınıfta gördüğüm o rüya ideallerimin bahar bahçelerine gülümseyen bir bulut gibi beni hep takip etti.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin gelişinden sonra bizim hayallerimiz değişti. Köyü bütün bütün unuttuk. Sene de bir-iki gün anca uğrayabiliyorum. Köyden bazıları ‘Senin oğlan Nur talebesi olmuş. Bugün yarın başına bir şeyler gelir.’ diye anamı korkutmuşlar. Bir keresinde anam bunu bana açtı. Ben de ona ‘Anne, sen benden önce Risale-i Nur talebesi olmuşsun.’ dedim.
‘Nasıl olur?’ dedi. Bediüzzaman Hazretleri, ‘İsa Aleyhisselam gelir ve Mehdi’ye namazda tâbi olur.’ diyor. Sen bana rüyanda, ilkokul son sınıfta, İsa Aleyhisselam ile beraber İmam Ali’nin arkasında namaz kıldığını anlatmıştın. Sen müceddid ve mehdi meselesini bilmediğin için onların dedesi olan Hazreti Ali’nin arkasında namaz kılmakla aynı zâta mensubiyetini göstermişsin. Onun için benden önce Risale-i Nur talebesisin, dedim. ‘Tamam.’ dedi ve ondan sonra Üstad’a ve Risalelere kimsenin söz söylemesine izin vermedi.’’
Abdullah Ağabey’le yolculuk çok güzeldi. Güzel insanlarla yolculuk da güzel oluyordu. Yaz günüydü. Köylerde hasat mevsimiydi. Kütahya’yı geçmiş Gediz’e yaklaşmıştık. Abdullah Ağabey, ovanın ortasındaki bir köyü göstererek ‘’İşte, bizim köy.” dedi. Köyün girişindeki tabelada “Hacı Mahmutlar” yazıyordu.
Arabamız, tek katlı kerpiç evin önünde durdu. Tek kanatlı küçük tahta kapı kilitliydi. Araba sesini duymuş olmalı ki komşu evin kapısı açıldı. Kapıda görünen orta boylu, yüzü güneş kavruğu bir adam, “Dağa, odun getirmeye gittiler.” dedi. Arabamızı, ormanı ikiye bölerek ufuklara doğru uzayıp giden dağ yoluna vurduk. Uzaktan, sislerin, ışıkların arasından bir karaltı göründü. Yaklaştıkça resim belirginleşti.
Biri kadın diğeri erkek iki yaşlı insan yakıcı yaz güneşinin altında merkebin çektiği çalı-çırpı yüklü bir arabanın üzerinde bize doğru geliyordu. “Bizimkiler geliyor.” dedi Abdullah Ağabey. Rönesans ressamlarının hayallerinin erişemeyeceği kadar muhteşem bir tablo idi. Merkebin çektiği odun yığılı bir arabanın üzerinde sanki ay ve güneş birlikte yolculuğa çıkmıştı. Bizi görünce arabayı durdurdular. Adile Anne “Vay Abdullah’ım gelmiş!” dedi. Abdullah Ağabey yaşlı anne ve babasının arabadan inmelerine yardım etti.
Onları arabamıza aldık. Merkebin çektiği demir tekerlekli arabayı köye ben götürdüm. Ne de olsa köy çocuğuyuz. Tek katlı toprak eve vardığımızda Adile Ana çoktan bir şeyler hazırlamaya koyulmuştu.
Yetmişini geçmiş olmasına rağmen ne yakıcı güneş ne kışın kavurucu soğukları ne de yıllar yüzündeki nuru gölgeleyememişti. Gökçek yüzü, ilahi bir ışıkla aydınlanmış gibi pırıl pırıldı. Güzellik falan değildi bu, çok daha öte bir şeydi. Hiçbir dilde bunu anlatacak bir kavram, bir kelime olduğunu sanmıyorum. Sanki gökyüzünden yere inmiş bir melekti.
Adile Ana’nın sözleri ağıt gibiydi; “Yavrularım! Abdullah’ım iki kadının bir oğludur. Benim de diğer kız kardeşimin de başka çocuğumuz yok. Abdullah’ım da kırk yılda bir uğrar köye. Yüzüne hasretiz onun. Oradan oraya koşturur durur. Ne zaman gelse hep bir yerlere geç kalmıştır. ‘Benim hemen gitmem lazım.’ der. Biz de işte böyle kendi işimizi bu yaşlı halimizle kendimiz görmeye çalışıyoruz. Köyde ne kızlar vardı. ‘Gel oğlum şunların birini al da hem de bize yardım eder.’ dedik ama dinlemedi bizi. Şimdilik kendi kürkümüzü taşıyoruz bakalım, buna da şükür…”
Yüce sevdalara gönlünü kaptırmış insanların hemen hepsinin yaşantısı bundan farklı değildi. Abdullah Ağabey’in anne- babasının bu fakirane yaşantıları benim üzerimde derin tesirler bıraktı.
On yıl önce Bayram Amca vefat etti. Adile Anne o günden bu yana yalnızdı. Kız kardeşinin yanında kalıyordu. Geçen hafta Adile Anne de vefat etti. Karı-koca dünyadan hiçbir murad alamadan göçüp gittiler. Her ikisinin son anlarında tek evlatları olan Abdullahları da yanlarında olamadı.
Teyzesi Abdullah Ağabey’e, annesinin vefatını haber vermek istemedi. Hani kalkar gelir de başına bela ve işkence gelir diye… Halbuki ta Amerika’dan babasının cenazesine yetişmişti ama şimdi Avrupa’dan annesine gidemedi. Sürecin en hazin hadislerinden biri de son anlarında anne-babalarımızın yanında olamamak.
Adile Anne son anlarında, ‘‘Abdullah’ım neredesin!.. Abdullah’ım neredesin? Ana neredesin? Ana neredesin?’’ diye diye can vermiş. Dedim ya ağustos biraz da vedasız vedaların mevsimidir.